Yaşıyor Muyum, Yoksa Sadece Var Mı Oluyorum?
- Didem Yıldız
- 10 Eyl
- 2 dakikada okunur

Günlük koşturmaca içinde “yaşamın özünü” unuttuk. Psikoloji buna “yaşam enerjisinin körelmesi” derken, tasavvuf “ayn-ı hayat” yani hayatın kaynağı ve “ab-ı hayat” yani hayat suyu der. Kaynak, varoluşun merkezidir; su ise oradan içerek aldığın canlılık. Fark ince ama önemlidir: Kaynak oradadır, ama ondan içmedikçe susuzluğun geçmez.
Terapi de böyledir. Danışanın içindeki kaynak onun değerleri, yetenekleri, sevgisi hep oradadır. Fakat yıllar içinde bu kaynak taşlarla, toprakla, unutulmuş duygularla kapanır. O yüzden seans odasında ilk iş, kaynağı bulmaktır. İşte bu, kişinin kendi “ayn-ı hayat”ına ulaşmasıdır. Terapi sürecinde de insan, kendi karanlıklarına inmeyi göze alırsa o suyu bulur. Bu su, bedeni değil, ruhu ölümsüz kılar.
Ama sadece bulmak yetmez. Terapi, kişiyi o kaynaktan su içmeye davet eder: Ab-ı hayat. İçmek, burada değişime izin vermek, duygularla temas etmek, risk almak, bazen ağlamak, bazen yeniden gülmektir. Çünkü sadece fark etmek değil, yaşamak da gerekir.
İki dil, tek hakikati anlatıyor: İnsan kendi pınarını bulmadan susuzluğunu gideremez. Kaynağı bulmak seni umutlandırır, ama suyu içmek seni dönüştürür. Hayatın özü hep içimizdedir; mesele, o özü yaşama çevirebilmektir.
Her sabah uyanıyoruz, işe gidiyoruz, konuşuyoruz, gülüyoruz, faturalar ödüyoruz. Kahveniz yine aynı bardakta, aynı tat. İşe gidiş yolunuz aynı, yüzler tanıdık. Gün bitince, eve dönüş yine tanıdık adımlar.
Ve ertesi gün… Yine aynı hayat.
Bu cümle kimi zaman bir şikâyet gibi çıkar dudaktan: “Hep aynı hayat…”
Ama bazen, içinde huzur barındırır: “Aynı hayat… huzur,güven.”
Ama bir soru var ki çoğumuz yanıtlamaktan kaçıyoruz: “Ben gerçekten yaşıyor muyum, yoksa sadece var mı oluyorum?”
Psikoterapi odasında bu sorunun cevabını arayan yüzlerce hikâye dinledim. Çoğu zaman fark ettim ki insanlar, hayatın “suyunu” içmeyi unutmuş gibi. Bir danışanım bir gün şöyle dedi: “Herkes benden bir şey istiyor ama ben ne istediğimi unuttum.” Bu söz, ruhsal susuzluğun en sade tarifiydi. Psikolojide buna “yaşam enerjisinin körelmesi” deriz. Tasavvuf ise, insanın içindeki ilahi pınardan uzak düşmesi olarak yorumlar.
PSİKOLOJİNİN PENCERESİNDEN
Beynimiz, bilinmeyenden korkar. Tanıdık olan, tekrarlanan şeyler güven verir. Bu yüzden çoğu insan, farkında olmadan hep aynı duygusal kalıpları seçer.
Sevme biçimimiz, hayal kırıklıklarımız, başarıyı algılama şeklimiz… Bunlar çocuklukta şekillenir ve hayat boyu kendini tekrarlar.
Bir danışanım bir gün şöyle dedi: “Farklı insanlarla birlikte oldum ama hikâyem hep aynı bitti.”
İşte bu, “aynı hayat”ın psikolojik yüzü: Değişmeyen iç dinamikler, değişen dış koşullara rağmen aynı sonucu doğurur.
Peki, bu “hayat pınarı”na nasıl ulaşılır?
Farkındalık: Ne hissediyorsun, ne düşünüyorsun, bedenin sana ne söylüyor?
Bağ: Sahici ilişkiler kuruyor musun, yoksa kalabalıklar içinde yalnız mısın?
Anlam: Yaşadıklarının, hatta acılarının, hayat hikâyende bir yeri var mı?
SIKIŞMIŞLIK MI, ÖZGÜRLÜK MÜ?
“Aynı hayat”ı fark etmek, iki yola çıkarır bizi.
Birincisi, sıkışmışlık hissi: “Değişim imkânsız, ben hep böyle olacağım.”
İkincisi ise derin bir özgürlük: “Hayatın özü aynı kalacak, ama ben bu özün üzerine kendi anlamımı inşa edebilirim.”
Belki de asıl mesele, hayatın değişip değişmemesi değil…
Onu her gün başka bir gözle görebilme cesareti.
Çünkü bir çocuk gülüşü, sabahın ilk ışığı, sevdiklerimizin sesi… Binlerce kez görsek de hep başka bir güzellik taşır.
OKURA SON SÖZ
Eğer hayatınız size “aynı” geliyorsa, belki de tek değişmesi gereken, ritmi değil bakış açınızdır.
Çünkü bazen yeni bir hayat, yeni bir şehirde değil…
Aynı sokaktan, yeni bir gözle geçmekte saklıdır.


Yorumlar